Factotum – Charles Bukowski PDF indir
Factotum – Charles Bukowski, pdf kitap bölümümüzde Mart 2013 senesinde kaleme alınan Factotum – Charles Bukowski kitabını sizlerle paylaştık. Factotum – Charles Bukowski kitabının detayları..
Factotum – Charles Bukowski – Özeti
Factotum – Charles Bukowski
Zengin olmayı düşleyen yoksul ve despot bir babanın cehenneme çevirdiği ergenlik zamanından sonra iki yıl Los Angeles Üniversitesi´nde gazetecilik bölümüne devam eden Charles Bukowski (Henry Chinaski) kararını verir. Babası gibi biri zengin olmak istediğine göre, o tersini isteyecektir. Aylaklığı. Lakin erken yaşta saptadığı bir hedefi mevcuttur. Yazar olmak.
Mukavva bavulunu alıp yola düştüğünde yirmi iki yaşındadır. Ucuz pansiyon odalarında sefaletle boğuşup yazmaya çalışırken kendine gerçek bir dost edinmiştir. Alkol.
Bar Sineği filminde beş günlük bir kesitini senaryolaştırdığı bu dönem hemen hemen on yıl sürer. Eyalet eyalet dolaşıp, pansiyon kirası ve içki giderlerini karşılamak için sayısız ikinci, hatta üçüncü sınıf işlere girip çıkar. Bukowski roman, öykü ve şiirlerinde sürekli olarak özlemle söz ettiği bu dönemi anlatırken mizahının ve onu çağdaş Amerikan edebiyatının ileri gelen yazarlarından biri yapan eşsiz yalınlığının doruğundadır.
Sabahın beşinde New Orleans’a vardığımda yağmur yağıyordu. Bir süre otobüs terminalinde oturdum ama insanlar canımı sıkmaya başlayınca bavulumu alıp dışarı çıktım ve yağmurda yürümeye başladım. Kiralık bir oda bulabileceğim yoksul semtlerin ne tarafta olduklarını bilmiyordum.
Mukavva bir bavulum vardı, dökülüyordu. Bir zamanlar siyahtı ama siyah kaplama yer yer soyulunca altından sarı mukavva çıkmıştı ortaya. Siyah ayakkabı boyasıyla oraları kapatmaya çalışmıştım. Yürürken boya akmaya başlamış, bavulumu sersem gibi bir elimden diğerine geçirirken pantolonumun iki paçasını da lekelemiştim.
Yeni bir şehir daha; bu kez şansım yaver giderdi belki.
Yağmur kesildi ve güneş açtı. Telaşsız yürüyordum.
“Hey, zavallı beyaz pislik!”
Bavulumu yere bıraktım. Verandanın basamaklarında bacak bacak üstüne atmış melez bir kadın oturuyordu. İyi parçaydı.
“Herkese Merhabalar beyaz pislik!”
Cevap vermedim. Öylece durup baktım ona.
“Güzel bir kadınla yatmak ister misin?”
Güldü. Eteği iyice yukarı çıkmıştı, bacağını sallıyordu; güzeldi bacakları, yüksek ökçeleri çekmişti ve bacağını sallayıp güldü bana. Bavulumu alıp ona doğru yürüdüm. Yürürken sol taraftaki pencere perdesinin kıpırdadığını fark ettim. Siyah bir erkek yüzü gördüm. Jersey Joe Woolcott’u andırıyordu. Geri dönüp kaldırıma doğru yürüdüm. Melezin kahkahası sokağın sonuna varana dek izledi beni.
Bir barın karşısında, ikinci katta bir oda buldum. Barın adı The Gankplank’ti. Kapıları açıktı, pencereden barın içini görebiliyordum. Bir sürü yıpranmış yüz vardı orda, enteresan yüzler de. Geceleri odamda oturup şarap içiyor, pencereden bardaki insan yüzlerini inceleyip paramın tükenmesini bekliyordum. Gündüzleri uzun ve ağır yürüyüşlere çıkıyordum. Güvercinleri izliyordum saatlerce. Paramın dayanması için günde tek öğünle yetiniyordum. Pis bir aşçısı olan kirli bir kafe bulmuştum, kahvaltısı zengindi ama –çörek, mısır ekmeği, sosis– hem de ucuz.
Bir gün yine sokağa çıkmış dolanıyor, kendimi mutlu ve rahat hissediyordum. Güneş tam olması gerektiği gibiydi. Tatlı. Barış vardı havada. Bir sokağın ortalarında, bir dükkânın önünde adamın teki duruyordu. Önünden geçtim.
“Hey, ARKADAŞ!”
Durup geri döndüm.
“İş ister misin?”
Yanına gittim. Omuzunun üzerinden geniş bir oda görebiliyordum. Her iki yanında kadın ve erkeklerin dizildiği uzun bir masa. Önlerinde duran bir şeylere çekiçle vuruyorlardı. Loş ışıkta vurdukları şey midye gibi görünmektedu. Midye kokusu da vardı havada. Dönüp yürümeye sürdüm.
Babamın nasıl her gece eve gelip annemle iş konuştuğunu anımsadım. Kapıdan girmesi ile başlar, yemek boyunca devam eder, babamın saat 20.00’de yatıp ertesi gün dinlenmiş olarak işe gitmesi gerektiği için “bütün ışıklar sönsün!” diye bağırdığı yatak odasında biterdi. İş dışında konu yoktu onun için.
Köşede başka biri durdurdu beni.
“Dinle dostum…” diye başladı.
“Evet?” diye sordum.
“I. Dünya Savaşı’na katıldım ben. Bu ülke için yaşamımı tehlikeye attım ama kimse bana iş vermiyor. Yaptığıma saygı duymuyorlar. Karnım aç, yardım et bana…”
“Çalışmıyorum.”
“Çalışmıyor musun?”
“Öyle.”
Uzaklaştım. Karşı kaldırıma geçtim.
“Yalan dile getiriyorsun!” diye bağırdı arkamdan. “Çalışıyorsun. Var senin bir işin!”
Birkaç gün sonra iş arıyordum.
Masanın öbür yanında işitme cihazı olan bir adam vardı, kablosu yüzünün yanından sarkıp pillerin olduğu gömlek cebine giriyordu. Ofis loş ve rahattı. Üstünde eski, kahverengi bir takım vardı, gömleği buruşuk, kravatı kenarlarından yıpranmıştı. Heathercliff’ti adı.
İlanı bir yerel gazetede görmüştüm ve adres odama yakındı.
Gözü gelecekte genç adamlar aranıyor. Tecrübe gerekmez. Dağıtım bölümünde başla ve yüksel.
Azimli görünmeye çalışan dört-beş gençle birlikte dışarıda bekliyordum. Başvuru formlarımızı doldurup teslim etmiştik, şimdi bekliyorduk. En son ben çağrıldım.
“Bay Chinaski, Demir Yolları’ndan neden ayrıldınız?”
“Demir Yolları bir gelecek vadetmiyor diye düşündüm.”
“İyi bir sendikaları, kapsamlı bir sağlık ve emeklilik sigortaları var.”
“Benim yaşımda emeklilik düşünmek yersiz.”
“New Orleans’a neden geldiniz?”
“Los Angeles’da geniş bir çevrem var, bir kariyer edinmeme engel teşkil ettiklerini düşünmeye başlamıştım. Rahatsız edilmeden konsantre olabileceğim bir yerde olmak istedim.”
“Bizimle çalışmayı sürdüreceğinizden nasıl emin olabiliriz?”
“Olamazsınız.”
“Neden?”
“İlanınızda azimli birine gelecek vadediyorsunuz. Gelecek görmezsem işi bırakırım.”
“Neden sakal tıraşı olmadınız? Bir bahis mi kaybettiniz?”
“Henüz değil.”
“Henüz değil mi?”
“Hayır; evsahibimle sakalıma rağmen bir günde iş bulacağıma dair bahse girdim.”
“Peki, sizi haberdar ederiz.”
“Telefonum yok.”
“Ziyan yok Bay Chinaski.”
Çıkıp odama döndüm. Kirli koridorun sonundaki banyoya gidip sıcak bir banyo yaptım. Sonra elbiselerimi tekrar giyip sokağa çıktım ve bir şişe şarap aldım. Odama dönüp pencerenin önünde şarabımı yudumlayıp bardakileri, gelip geçenleri izledim. Yavaş içiyordum ve bir silah bulup hızlı bir şekilde şu işi bitirmeyi geçirdim aklımdan tekrar – fazla konuşup düşünmeden. Cesaret meselesi. Ben pek cesur değildim. Şişeyi bitirip yattım. Sabah dört sularında kapının çalınmasıyla uyandım. Elinde telegraf bir çocuk. Telegrafı açtım:
BAY CHINASKI. SABAH 8’DE İŞTE OLUN.
R. M. HEATHERCLIFF.
Bir dergi yayıncıları sevkiyat şirketiydi bu, paketleme masasının önünde dikilip paketteki dergi adedinin irsaliyeyi tutup tutmadığını kontrol ediyorduk. Sonra irsaliyeyi imzalayıp paketi başka şehirlere yollanacak biçimde hazırlıyor veya yerel sevkiyat için kamyona yüklüyorduk. İş kolay ve monotondu ama çalışanlar sürekli olarak panik içindeydiler. İşlerini kaybetmekten korkuyorlardı. Çoğunluk genç insanlardı ve bir sorumlu yoktu aralarında. Birkaç saat sonra iki kadın içinde tartışma çıktı. Dergilerle alakalı bir şeydi. Çizgi romanları paketliyorduk ve masanın öbür yanında bir şeyler ters gitmişti. Kadınlar giderek hiddetleniyorlardı.
“Bakın,” dedim, “okumaya bile değmeyen kitaplar için tartışıyorsunuz.”
“Öyle mi?” dedi kadınlardan biri, “bu işi kendine yakıştıramadığını bilinmekte.”
“Yakıştıramamak mı?”
“Tavrın öyle. Fark etmedik mi sanıyorsun?”
İşini yapmanın yeterli olmadığını, alakalı, hatta tutkulu olman gerektiğini ilk kez o anda anlamıştım.
Üç-dört gün daha çalıştım orda, cuma günü saat hesabı para verdiler bize. Sarı zarf içinde yeşil banknotlar ve bozukluk. Gerçek para, çek değil.
Paydos saatine doğru kamyon şoförü yanımıza geldi. Bir dergi yığınının üstüne oturup bir sigara yaktı.
“Tamam Harry,” dedi memurlardan birine, “zam aldım bugün. İki dolar.”
Paydostan sonra bir şişe şarap alıp odama gittim, biraz içtikten sonra şirkete telefon ettim. Uzun süre çaldırdım telefonu. Sonunda Bay Heathercliff açtı. Hâlâ ordaydı.
“Bay Heathercliff?”
“Evet?”
“Chinaski ben.”
“Evet Bay Chinaski?”
“İki dolar zam istiyorum.”
“Ne?”
“Doğru duydunuz. Kamyon şoförünüze yapmışsınız.”
“Ama iki senedir bizimle o.”
“Zam istiyorum. İhtiyacım var.”
“Haftada on yedi dolar alıyorsun ve on dokuz istiyorsun, öyle mi?”
“Evet. Kabul ediyor musunuz?”
“Mümkün değil.”
“Öyleyse işi bırakıyorum.” Kapattım telefonu.
Pazartesi günü akşamdan kalmaydım. Sakal tıraşı olup bir ilanın peşine düştüm. Gözlerinin altında koyu halkalar olan, kolluk takmış bir editörün karşısında oturuyordum. Haftalardır uyumamış gibi bir görünümü vardı. Serin ve loştu içerisi. Kentteki iki yerel gazeteden küçüğünün hazırlandığı odaydı. İnsanlar okuma lambalarının altında yeni baskıyı derliyorlardı.
“Haftada on iki dolar,” dedi.
“Peki,” dedim, “kabul ediyorum.”
Sıhhatsiz görünümlü bir göbeği olan kısa boylu bir adamla çalışıyordum. Eski tip bir köstekli saati vardı, altın zincirli. Yelek ve güneş şapkası giymişti. Dudakları dolgun, yüzü etliydi. Yüzündeki çizgilerde kişilik yoktu, birkaç kez katlanıp sonradan açılmış bir karton parçasını andırıyordu yüzü. Ayağında köşeli ayakkabılar vardı, tütün çiğniyor, bazı zamanlarda ayağının dibindeki hokkanın içine tükürüyordu.
“Bay Belger,” diye söze başladı uykuya gereksinimi varmış gibi görünen adamı kastederek, “bu gazeteyi ayağa kaldırabilmek için büyük çaba sarfetti. İyi kişidir. O gelmeden önce iflasın eşiğindeydik.” Sonra bana baktı. “Bu işi genelde üniversite öğrencilerine verirler.”
Kurbağanın teki diye düşündüm, evet, bir kurbağa.
“Yani,” diye sürdü, “öğrencilere verilir bu iş genelde. Çağrılana dek kitaplarını okuyup ders çalışır öğrenciler. Öğrenci misin sen?”
“Hayır.”
Genelde öğrencilere verirler bu tür işleri.”
Çalışma odama dönüp oturdum. Oda, içinde ilanlar için kullanılan çinko klişelerin olduğu çekmecelerden geçilmiyordu. Bu klişelerin çoğu tekrar tekrar kullanılıyordu. Birçok baskı vardı bunun bunun yanında – firma isimleri ve logolar. Şişman adam “Chinaski!” diye bağırınca gidip hangi klişeyi istediğini soruyordum. Bazı zaman rakip gazeteye gidip onlardan ödünç klişe almam gerekiyordu. Onlar da bizden alıyorlardı. İyi bir yürüyüştü ve arka sokakta ucuz bira içebileceğim bir yer keşfetmiştim. Bana çok fazla iş düşmüyordu, birahane ikinci adresim olmuştu. Şişman yokluğumu fark etmeye başlamıştı. Önceleri pis pis bakmakla yetindi. Sonra bir gün,
“Nerdeydin?” diye sordu.
“Bir bira içtim.”
“Öğrencilere verilmesi gerekir bu işin.”
“Öğrenci değilim ben.”
“Sana yol vermeliyim. Sürekli burda olacak birine ihtiyacım var.”
Şişman adam beni Belger’e götürdü. Belger her zaman olduğu gibi yorgun görünüyordu. “Bu iş bir öğrenciye verilmeli Bay Belger. Korkarım ki bu adam uygun değil. Bir öğrenci bulmalıyız.”
“Peki,” dedi Belger. Şişman adam uzaklaştı.
“Nedir sana borcumuz?”
“Beş gün.”
“Peki, muhasebeye git.”
“Dinle Belger, bu yaşlı iğrenç biri.”
Belger iç geçirdi. “Lanet olsun, bilmiyor muyum sanıyorsun?”
Hâlâ Louisiana’daydık. Önümüzde uzun bir Teksas yolculuğu vardı. Konserve yiyecekler vermişlerdi bize ama açacak vermemişlerdi. Konserve kutularımı yere koyup tahta sıraya uzandım. Diğerleri kompartmanın ön bölümünde toplanmışlardı, konuşup gülüşüyorlardı. Gözlerimi kapattım.
On dakika sonra ahşap sıranın aralıklarından toz kalktığını hissettim. Çok eski bir toz, tabut tozu, ölüm kokuyordu, uzun süredir ölü olan bir şeyin tozu gibi. Burun deliklerime girdi, kaşlarıma yerleşti, ağzıma girmeye çalıştı. Sonra derin nefes sesleri duydum. Aralıklardan sıranın altına gizlenmiş bir adam gördüm, oydu tozu üfleyen. Doğruldum. Adam süratle sıranın altından çıkıp kompartmanın ön kısmına gitti. Yüzümü silip ona baktım. İnanılır gibi değildi.
“Buraya gelirse bana yardımcı olmanızı istiyorum,” dedi diğerlerine. “Söz verin yardım edeceğinize…”
Hepsi beni izliyordu. Sıraya uzandım tekrar. Konuşmalarını duyabiliyordum:
“Nedir bunun derdi?” “Kendini ne sanıyor?” “Kimseyle konuşmuyor.” “Kendi başına duruyor hep.”
“İndiğimizde okuruz onun canına. Orospu çocuğu.”
“Onu haklayabilir misin Paul? Bana kaçık gibi geldi.”
“Ben haklayamazsam başkası haklar. Onunla işimiz bittiğinde boku yemiş olacak.”
Bir süre sonra su içmek için kompartmanın ön kısmına doğru yürüdüm. Yürürken tek kelime etmediler. Su içerken usulca beni izlediler. Sonra yerime dönerken tekrar başladılar konuşmaya.
Tren sürekli olarak bir yerlerde duruyordu, gece ve gündüz. Her durakta biraz yeşillik, yakında zamanda bir kasaba oluyordu; adamlardan bir-ikisi atlayıp gidiyorlardı.
“Hey, Collins ve Martinez nerdeler?”
Ustabaşı, işçi listesini alıp isimleri karaladı. Yanıma geldi. “Kimsin sen?”
“Chinaski.”
“Kalacak mısın?”
“İşe ihtiyacım var.”
“Peki.” Uzaklaştı.
El Paso’da ustabaşı gelip tren değiştireceğimizi dile getirdi. Yakın bir otelde bir gece kalabilmemiz için bir bilet tutuşturdular elimize, bir bilet de yerel bir kafede yemek için. Sabaha karşı yeni trene nerden, ne zaman, nasıl bineceğimizi de tarif ettiler.
Herkes kafede yemeğini yerken ben dışarda bekledim. Dişlerini karıştırıp sohbet ederek dışarı çıkarlarken içeri yürüdüm.
“İyice benzetelim şunu. Orospu çocuğu!”
“Nefret ediyorum bu çirkin heriften moruk.”
İçeri girip soğanlı bir hamburger ısmarladım. Ekmeğe sürecek yağ yoktu ama kahve iyiydi. Dışarı çıktığımda gitmişlerdi. Berduşun biri karşıdan bana doğru yürüyordu. Otel biletimi ona verdim.
O gece parkta yattım. Daha güvenliydi. Öyle yorgundum ki tahta bank beni hiç rahatsız etmedi. Uyudum.
Bir zaman sonra kükremeyi andıran bir sesle uyandım. Timsahların kükrediğini bilmezdim. Aslını söylemek gerekirse başka şeyleri de çağrıştırıyordu kükreme: hastalıklı bir iç çekiş ve yılan tıslaması. Kapanan çenesinin takırtısını da duydum. Sarhoş bir denizci göle girmiş, timsahlardan birini kuyruğundan yakalayıp kaldırmıştı. Yaratık kıvrılıp duruyor, denizciye dişlerini geçirmek için çabalıyor ama başaramıyordu. Çenesi korkunç fakat çok yavaş ve beceriksizdi. Başka bir denizci ile bir genç kız durmuş gülerek onu izliyorlardı. Sonra denizci kızı öptü ve diğerini timsahla boğuşurken bırakıp uzaklaştılar…
Sonra güneş uyandırdı beni ikinci kez. Gömleğim ısınmıştı. El yakıyordu nerdeyse. Denizci gitmişti. Timsah da. Batı tarafında bir bankta genç bir kız ile iki delikanlı oturmuşlardı. Onlar da geceyi parkta geçirmişlerdi anlaşılan. Çocuklardan biri ayağa kalktı.
“Mickey,” dedi genç kız, “önün kabarmış!”
Güldüler.
“Kaç paramız var?”
Ceplerine baktılar. Beş sentleri vardı.
“Ne yapacağız?”
“Bilmiyorum. Yürümeye başlayalım.”
Uzaklaşmalarını izledim, parktan çıkıp şehre girmelerini.
Tren iki-üç gün için Los Angeles’da durmuştu. Tekrar yatak ve yemek biletleri verildi. Otel biletimi karşıma çıkan ilk berduşa verdim yine. Yemek yiyebileceğim kafeyi ararken kendimi New Orleans’dan beri benimle aynı kompartmanda bulunan iki adamın arkasında yürürken buldum. Biraz hızlanıp yakaladım onları.
“Nasılsınız arkadaşlar?”
“Aa, iyiyiz, gayet iyiyiz.”
“Emin misiniz? Canınızı sıkan bir şey var mı?”
“Hayır, her şey yolunda.”
Önden gidip kafeyi buldum. Bira vardı, yemek biletimle bira ısmarladım. Çete olduğu gibi ordaydı. Biletimin karşıladığı kadar bira içtikten sonra dışarı çıktığımda cebimde ailemin evine gitmek için gerekli tramvay parasına fakat yetecek bir para kalmıştı.
Annem kapıyı açıp karşısında beni görünce bir çığlık attı. “Oğlum! Sen misin gerçekten?”
“Uykuya ihtiyacım var.”
“Odan her zaman hazır, seni bekliyor.”
Odama gidip soyundum ve yatağa girdim. Akşamüstü altı sularında annem uyandırdı. “Baban geldi.”
Kalkıp giyindim. Aşağı indiğimde sofra kurulmuştu.
Babam iri bir adamdı, benden uzun ve kahverengi gözlü; benimkiler yeşildir. Burnu çok büyüktü ve kulaklarını fark etmemek olanaksızdı. Kulakları başından sıçramak ister gibiydiler.
“Dinle,” dedi babam, “burda kalacaksan oda, yemek ve çamaşır için para ödemen gerekir. İş bulunca maaşından keseriz, borcun bitene kadar.”
Sessizlik içinde sürdürdük yemeyi.
Bir önceki yazımız olan Nefret Oyunu – Sally Thorne başlıklı kitabımızda Nefret Oyunu Sally Thorne ekitap indir, Nefret Oyunu Sally Thorne ekitap oku ve Nefret Oyunu Sally Thorne pdf indir ile ilgili bilgiler verilmektedir.